DEVEKUŞU TERBİYECİSİ

Delilik Paylaşılır mı?

Normalleşme günleri başladı. Bir sayfayı ikiye bölüp pandemi öncesi ve sonrası yaptığımız ve yapamadığımız şeyler diye listelesek çarçabuk doldururuz bu sayfayı değil mi? Günlük hayatımıza ve sosyal yaşantımıza etkisi öyle somut, öyle belirgin bir eşikten bahsediyoruz çünkü. Psikolojik ve sosyal etki alanı daha uzun sürecek olsa da, eski normallerimiz ve şu anda anormallik kabul ettiğimiz pek çok ayrım hala herkesin bir çırpıda fikir birliğine ulaşacağı kadar net bir görünürlükte.

Peki genel olarak toplumsal yaşamımız ne durumda? Toplum olarak yaşadığımız değişimleri de böyle basit bir yöntemle listeleyerek şu normal bu anormal demek o kadar olur mu? Toplumları yaşayan organizmalara benzeten ve doğal olarak değişim süreci geçirdiğini bildiren Durkheim’ın ileri sürdüğü kadar akışında mı bizim değişim hikayemiz?

Postmodern çağın norm tanımaz genel akışkanlığı ve kuralsızlığının küresel etkisi bir yana, toplum olarak yaşadığımız anormal- normal ayrımında kafalarımızın bu kadar karışık ya da bir o kadar hiç karışık olmaması üzerine konuşurken kasıtlı naiflik yapılması gerektiğini savunuyorum. Bir diğer deyişle, olan biten karşısında umursamaz bir kabulleniş ya da entelektüel teoricilik arasında sıkışıp kalmak yerine, deliler evine dönen toplumumuzdaki anormallikleri naifçe işaretlemeye devam etmeliyiz ki hala birlikte yaşayabileceğimiz bir toplum var olsun.

Sihirli Cümle: Toplum Çok Bozuldu

Toplum çok bozuldu diye sihirli bir cümlemiz var. Artık neredeyse hiçbir gerçeklik üzerine anlaşamayan bizler, bir şeylerin kötü gittiği konusunda hem fikiriz. Sebepleri ve ne yapılması gerektiği konusundan bahsetmiyorum, zira o kısım herkese göre ya da bölünmüş kampların resmi görüşüne göre değişiyor. Malum, artık herkesin öznel ve resmi olmak üzere en az iki görüşü var.  Çoğu zaman hiç birini ifade etmek istemese de.

Elbette herkes kullanıyor bu sihirli cümleyi: Toplum çok bozuldu.  Bunu söyleyip geçtiğimizde sorumluluğu üzerimizden atmış oluyoruz sanki. O toplumun içinde ben yokum, toplum benden bağımsız soyut bir kavrammış duygusu yaratılıyor bu cümle kurularak.

Oysa artık elimizde olanın yerine bir alternatif olarak daha iyi bir toplum nasıl olur diye konuşmuyoruz bile. Her gün vicdanları yaralayan, hani insan olan üzülür biraz dediğimiz olaylara verilecek en basit tepkiler bile ‘duyar kasmak’ olarak etiketlenip gözden düşürülüyor. Kısa vadeli zihinsel yapımıza uygun olarak akşamdan sabaha unutuyoruz en ‘unutmayacağız’ sloganları attığımız şeyleri bile.

Bu ‘uyum süreci’ni borçlu olduğumuz iki türlü algı yönetimi süreci içindeyiz: İlki hiçbir şeyi değiştiremeyeceğimize olan çaresizlik inancımız. Diğeri ise tüm bu olup bitenler karşısında bir şey yapamıyorsak kendimizi korumamız gerektiği yönündeki bireyci bakış açısı.        

‘Başka Çare Yok’

Fukuyama, ‘Tarihin Sonu’ denemesini yazdığında artık neoliberal sistemin tüm yeryüzünün kaderi olduğunu, ekonomi-politik sistemin hiçbir alternatifinin kalmadığını savunmuş, benim seküler kadercilik dediğim yeni bir determinizmin de zaferini ilan etmişti. Tarih boyunca hiçbir sistem bu denli ikiyüzlü olmamıştır sanırım. Bir yandan insanın seçme özgürlüğünün sınırsız olduğu fikri pompalanırken diğer yandan bireyin tek yapması gerekenin piyasa dinine itaat etmesi şartının insan ruhundaki hasarını seyrediyoruz bugün.

İnsan hem özgür olduğuna, hikayesini kendisinin yazabileceğine inandırılıyor; hem de bunu gerçekleştiremediğinde büyük çaresizliğinin sorumlusunu bulamıyor. İnsanın özgür dünyadaki yalnızlığını, maruz kaldığı algı yönetimini Frankfurt Okulu’nun yanı sıra postmodern ve postyapısalcı ekollerin birbirinden değerli düşünürleri uzun uzun anlatıyor.

Durum bizim toplumumuz için de geçerli elbette. Bireyin hep kendini öncelemesinin, kısa vadeli somut hazlara odaklanmanın, kamusal alanın parçalanmasının, kolektif bir bilinç ve sorumluluğu üstlenmek istememesinin uzun vadeli etkilerini bu toplumda da yaşıyoruz.

Ancak bizdeki değişim hikayesi başka bir boyutta da gelişiyor. Ortak norm ve değer duygusunun yitirilmesinin yanı sıra hızla büyüyen yoksulluğa ve yoksunluğa bağlı olarak gelişen toplumsal olaylar, eğitim ve adalet gibi toplumun en önemli yapılarındaki alt-üst oluş, gündelik karşılaşmalara somut şekilde yansıyor. Diğer yandan Bentham’ın panoptikonu gibi gözetleniyoruz bilincinin yarattığı baskı ortamı her birimizin tutum ve davranışını yeniden şekillendiriyor. Bu ortamdan fayda sağlamaya çalışanların değerlerin içini boşaltmasını seyretmekse, hala sağduyu ve vicdan sahibi olarak kalanları çileden çıkartıyor.

Güçlü olanın her yaptığını kabul edilebilir görmeye bu denli alışmak, anormalin normalleşmesi değil mi? Adalet duygusunun yitimi, imtiyaz sahibi sınıfın tüm toplumsal hayattaki tahakkümü, değerler üzerinden faydaya ulaşılarak tüm değerlerin içinin boşaltılması, oluşturulan güç sisteminde ezilebilecek her varlığın- kadın, çocuk, hayvan, doğa- sonuna kadar sömürülmesi ve bunun her gün gözümüze soka soka yapılması anormalin normalleşmesi değil mi?

‘İçini Karartma’

İnsanın unutkan bir varlık olmasının üstüne unutkan bir toplum olmamız eklendiğinde yaşadığımız hayatın zaten hep böyleymiş gibi gelmesi anormal gelmiyor olsa gerek. Eğitim sistemimizde mantık diye bir ders yok ya da üstün körü geçiyoruz diye biliyorum. En basit sebep-sonuç ilişkilerini çözümleyemeyen toplumsal tipolojimizde bunun etkisi büyük olmalı.

Bu ‘görmüyormuş gibi yapma yetisi’nin pragmatik bir karşılığı olmalı, oluyor da. Her normal/anormal geçişinde yaşanan değişimleri görmezden gelip yaşamına devam edenler sistem tarafından ödüllendiriliyor ve anormalliklere uyum sağlamayı reddedenler dışlanıyor. Sorgulayanlar, anormallikleri dillendirenler cezalandırılıyor. Uyum sağlamayı reddedenler ya başka bir toplumda yaşamlarını sürdürmek için terk ediyor, ya da sosyal bir izolasyonun içine mahkum ediyor kendilerini. Beğenmeyen defolup gitsindi zaten değil mi?

İçinde bulunduğumuz hızlı değişim-kötüleşme sürecinde anormalliklerin hızla normalleşmesi normal sayılıyor. Bu toplumda ruh sağlığımızı korumanın bedeli, anormalin normalleşmesini görmezden gelmek. Uyum süreci için ikinci yöntem olarak,  çoğunluğun salık verdiği üzere ‘içini karartma, kendini düşün’ metoduna başvuruluyor. Toplum bozuldu cümlesinin bir uzantısı bu da. Sorumluluk duygusunu sıfırlayan, bireyin olup biten karşısında ellerini yıkayıp kenara çekilebileceği bencil bir bireycilik.

Baudrillard’ın söylediği gibi bir hipergerçeklikte yaşıyoruz sanki. Okuyup izlediğimiz hiç bir şey sanki gerçekten olmuyormuş gibi, sıra bize gelene kadar yaşanan acıların hiç birini duyumsamamak, izleyici olmak başlı başına gerçeklikten bir kopuş yaratıyor. İzlediğimiz olaylara sanal bir edilgenlikle dahil olmak, hala vicdanlı kalanlar için suni bir teselli olarak tutulmaya devam ediyor.

Delilik Paylaşılır mı?

Anormallikler karşısında kasıtlı bir naiflik içinde olmak, herkes dillendirmekten sıkılmışken anormal olanın hala anormal olduğunu söylemeye devam etmek. Gereksiz görülmek, dışlanmak, cezalandırılmak ya da gönüllü bir izolasyona mal olsa da naifçe olanı olduğu gibi söylemek kıymetli.

İnsan, bencil bir yıkıcılığa sahip olduğu kadar yapıcı bir sağduyuya da sahip. Hiçbir norm ve yaptırım olmaksızın hür iradesiyle kendisi ve yaşadığı doğayla uyumlu bir hayatı seçebilecek akıl ve vicdanla donatılmış. Aynı zamanda çabuk alışan ve unutan bir varlık insan. Birlikte yaşamak mümkünken bu denli bir akıl tutulmasıyla girdiği yıkıcılık delilikten başka bir şey değil.

Delilik paylaşılmaz. Delilik paylaşılırsa o artık delilik olmaz der  Zygmunt Bauman. Herkesin anormali normal görmesiyle delilik falan kalmaz ortada. Delilik sözleşmesi dediğim tam da böyle hal. Toplumu yaşanamaz hale getiren bu anormallikler karşısında yaşamayı sürdürebilmek uğruna aklın, vicdanın ve duyguların iğdiş edilmesi. Kasıtlı bir naiflikle her şeyi olduğu gibi görmek ve anlatmak; farkında olmaya ve etken kalmaya devam etmek için. Daha fazla delirmeden değil, delilik delilik olmaktan çıkmadan.

Görsel: Mariana Blue

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir