
Zorbalık Çağı
Görünmeyen bir şiddet biçimi olarak zorbalık içselleştirilerek nasıl bireyden topluma aktarılıyor? Dış dünyanın üzerimize kurduğu tahakküm sonucu önce kendimize sonra başkalarına karşı nasıl zorbalaşıyoruz? Zorbalık çağında insan kalmak mümkün mü? İçine fırlatıldığımız zorbalık çağını birlikte sorguluyoruz.
Sessiz Başlangıç: Nasıl Zorba Olduk
“Zincirleri hedeflere dönüştüren bir çağda yaşıyoruz” der, Byung Chul Han; neoliberal sistemin bireyin sırtına özgürlük maskesiyle bindirdiği yükleri anlatırken. Sürekli üretken, dinamik, başarılı ve göz önünde olmak zorunda hissediyor insanlar artık. Bu potansiyel fetişi, başarı kutsaması, sürekli gelişim zorunluluğu altında kaybolduklarının farkında bile değiller.
Aslında gönüllü köleler olduk her birimiz. Çünkü olmamız istenen şey bize bağırıp emir vermeden, kırbaç kullanmadan telkin ediliyor uzunca bir süredir. Kulağımıza fısıldanıyor, ‘yapabilirsin’ diye motive ediliyoruz egomuz okşanarak. Bireyin tanrılaştırıldığı ama kendi olamadığı yorgun ve mutsuz bir çağ bu.
Ruhun iğdiş edildiği bir çağda yaşıyoruz diyorum ben. Çünkü görünmez bir şiddete ve zorbalığa maruz kalıyoruz sistem tarafından. ‘Yapabilirsin’ kelimesi çoktan ‘yapmalısın’a dönüştü. Sistemin yarattığı eşitsizlikler hiçe sayılarak herkesten ‘yüksek başarı’ bekleniyor. Başarının ölçütü ise prestijle somutlaştırılıyor. Sahip olduğun herşeyin fiyatı, marka değeri ve hatta bedenine dair herşey, tam olarak sistemin belirlediği şekilde olduğunda bir varoluş bahşediliyor bireye. Sanki insanın varlığı bu kadar kısıtlı ve kısır bir kafanın ürünüymüş gibi.
Alayımızı zorbalıyorlar içten içe. İçimiz çürüyor bize dikte edilen herşeyi içselleştirmeye çalışırken. Aslında içselleştirdiğimiz şey, farkında olmadan maruz kaldığımız zorbalık oluyor. İnsanların çoğu bu zorbalıkla baş edebilmek için birer zorbaya dönüşüyor. Kalan pek azı ise bu zorbalık çağında ahlaki bir yalnızlığa bürünüyor.
İşte bu yazı, o yalnız kalanları da, çöküşün eşiğindeki ruhları da, içindeki zorbaya sesini yükseltmek isteyenleri de ilgilendiriyor. Çünkü bu yazı bir şikâyet değil. Bir teşhis. Ve belki küçük bir direniş önerisi.
Özneleşmiş Zorba: Narsisizm Çağından Zorbalık Çağına
Zamanın ruhunu anlamak için sokaklara, ekranlara, okul koridorlarına bakabiliriz. Ama aslında çağın nabzı, insanın iç sesiyle atar.Çünkü bu çağda zorbalık en çok içimizde yankılanıyor. Artık zorbalık, yalnızca dışarıdan gelen bir dayatma değil. Zorbalık özneleşti.
Byung Chul Han’a ait bir kavram olan özneleşmiş zorba, kendi kendini sömüren köledir. Başarıya, verime, üretkenliğe tapar. Ama ruhu tükenir, yalnızlaşır ve sonunda kendine yabancılaşmış bir hayalete dönüşür. Buna göre, sistemsel tüm dayatmaları kabul edip içselleştiren birey, artık kendi denetçisi hatta kendi zorbası olmuştur. Bitmek bilmeyen yetersizlik hissi içinde hep daha iyisi için debelenip durur. Neden mi?
Neoliberal sistem, bireyi “her şeyi yapabilir” fikriyle büyüttü.
Sanki tüm sınırlar irade ile aşılabilir, tüm başarılar yalnızca kişisel çabayla elde edilebilir gibi.
Bu, özgürlük gibi sunulan bir gizli baskı biçimiydi.
Birey önce buna inandı:
“Her şeyi başarabilirim.”
Ama sonra başaramadığında bu kez şu cümleyi duydu kendi içinden:
“Yetersizim.”
İşte burada zorbalık başladı.
Dış otoritenin yerine artık kendi iç otoritemiz geçti çünkü.
Ve bu iç otorite hiçbir başarısızlığı affetmiyor.
‘Yapabilirsin, yapmalısın’a dayalı bu ideolojik yapı sadece bireyin ruhunu değil, toplumsal yapıyı da şekillendirdi.
Aileler çocuklarına sınırsız özgürlük sunarken, görünmeyen bir beklentiyle onları en başarılı olmaya zorladı.
Sosyoekonomik farklar göz ardı edildi.
Bireysel sınırlar tanınmadı.
Böylece birey, hem kendi hem başkaları için sahnede tek başına var olmaya zorlandı.
Başka kimse yokmuş gibi, kendi hayatını alkışlamak zorunda kaldı.
Ama bu düzende sahne çöker, çünkü hayat bir sahne değil, bir ortak zemin.
Ve orada yalnız yürüyemezsin. Günümüz insanı en çok da bunu öğrenemeden şekillendi.
🔍 Performans Toplumu
Artık herkes üretken, hızlı, enerjik, pozitif ve genç olmak zorunda.
Bu beklenti bir yaşam biçimine değil, bir zorbalığa dönüştü. Performansın kadar varsın, sahnede parladığın kadar varsın. Sistemin dayattığı şablona uygunluğun kadar varsın. Aksi takdirde yaşam sahnesinden kovulursun.
Tam bu noktada kadınlar özelinde başka bir sistemik zorbalıktan daha bahsetmek yerinde olur: Genç kalma baskısı; hatta genç olma baskısı. Bu ataerkil zorbalığa maruz kalarak , kadınların uzunca bir süredir verdiği birey olma mücadelesinin kazanımlarının nasıl alaşağı edildiğini, bu konudaki toplumsal algının zamanın çok gerisine döndürüldüğünü kaçımız fark ediyoruz. Ataerkil zorbalık sadece görünür şiddetle değil, görünmez bir zorbalıkla da kadınları toplum sahnesinden dışlıyor. Genç olma dayatması ekranlardan evlere, reklamlardan aynalara kadar her yere yayılıyor. Ekranlardan toplumsal zihniyete yansıyan görüntüde kadın 30’undan sonra ya yan role ya da sahne dışına layık görülüyor. Erkek başroller ve kadın başroller arasındaki yaş farkları yirmilere ulaşmış durumda. Böylelikle toplumsal bilinçaltına bu tür ilişki modelleri kazınıyor: Kadın yaş aldığında ya görünmezleşir ya da annelikle sınırlandırılır.
Bu, sadece bir estetik baskı değil.
Bu, tecrübeye açılmış bir savaş.
Yaş almak, birikmek, karakter inşa etmek artık değerli değil.
Yeni olan, taze olan, hızlı olan — yani sistemin anlık ihtiyaçlarını en iyi karşılayan — daha değerli.
“Modern kapitalizm karakterin oluşmasına izin vermez.
Çünkü karakter zamanla gelişir; oysa sistem sabırsızdır.”
— Richard Sennett
Zamanın inkarı, karakterin aşınmasına yol açar. Karakter inşa etmek yerine profil güncelliyoruz. Tecrübe birikimi yerine izlenim bırakıyoruz.İnsan olmak yerine içerik olmaya çalışıyoruz.
📌 Narsisizm Çağından Zorbalık Çağına
Zorbalığın içselleştirilmesi, özneleşmesi sonucunda insan ruhunun bu durumu taşıması mümkünsüzleşiyor. Bu çağın insanlık sınavı tam da bu olsa gerek: Elimizdeki bu zorbalık enerjisi ile ne yapacağız? Bilincimize ve bilinçdışımıza işleyen bu ateşten topu nasıl evireceğiz? Üstelik ruhlarımız bu denli yorgunken. Zira, tüm bu baskılar insanın içsel direncini zayıflatıyor: Ruhsal bağışıklığımız düşüyor.
Ruh bu baskıyla baş edemediğinde devreye klasik savunma mekanizması giriyor: yansıtma.
İçeride baş edilemeyen baskı, dışarıya yöneliyor.
Maalesef büyük bir çoğunluk bu yolu seçiyor ve farkında olmadan birer zorbaya dönüşüyor.
İçine çöken birey, acısını hafifletmek için başkasına yük bindiriyor.
Böylece narsisizm çağından zorbalık çağına geçmiş oluyoruz.
Ve zorbalığı yansıtmayanlar — yani insanlığı, merhameti, etik değerleri savunanlar — etik bir yalnızlıkla baş başa kalıyor.
Yansıyan Zorbalık
Toplumsal şiddet ve zorbalık üzerine destan yazılır. Artan şiddet biçimleri, kadınlara ve hayvanlara yönelik tahammülü imkansız zorbalık ve şiddet yükünün altında vicdanlarımız fazlasıyla eziliyor. Zorbalık çağına elbette bu temel zorbalık biçimleri de dahil. Ancak burada ben daha çok, zorbalığın görünmeyen biçimlerinden, sinsice normalleşen hallerinden bahsetmek istiyorum.
Zorbalık sadece bildiğimiz manada şiddet olarak tezahür etmiyor, aynı zamanda kamusal alanda yani ortak yaşam alanlarımızda kendinden başkasının varlığını tanımadan, kuralları ihlal etmekten haz alanların çoğaldığı, başkalarını hiçe sayarcasına yaşamak şeklinde topluma yansıyor. Bu şartlar altında bu topluluğa toplum dememiz mümkünse tabi.
Ruh, kendi içinde taşıyamadığı acıyı dışarıya doğru akıtırken, kendinden başkasını görmediği, varlığını hissetmediği empati yoksunu birine dönüşüyor.
Sadece öfke olarak yansımıyor içselleşen zorbalık; hoyratlık, görgüsüzlük, vurdumduymazlık ve sorumsuzluk olarak da yansıyor. Böylece toplumun üzerine bir kabuk gibi yayılan, giderek normalleşen şiddet kültürü, geniş bir spektrumda tezahür etmeye başlıyor. İllaki o tek şartla: senden başka hiç kimse yok.
📌Toplumsal Alanın Çöküşü ve Kamusal Körlük
Kamusal alanlar, ortak yaşamın değil; kişisel konforun sergilendiği bir sahneye dönüştü.
Saygı, sessizlik, nezaket gibi değerler birer “eski moda” kalıntısına indirgenmiş durumda.
Toplumsal gözlem yapmak zorunda değilsiniz, okul çağında çocuğunuz varsa anlattıklarını dinleyin; akran zorbalığının nasıl da normalleştiğini, artık çocukların ya zorba ya da ezilen olma ikileminde kalıp zorbalığı seçme mecburiyetlerinden fark edebilirsiniz. Tüm bunlar içinde en dehşet verici olansa akran zorbalığının artık normal bir hale gelmesi. Her şeyin bu denli kolayca normalleşivermesi.
Toplumsal kodlar küçük detaylarda saklı: Ortak alanlarda yüksek sesle müzik dinlemek, araçlara yerleştirilen bas sistemiyle sokakları gürültüye bulamak, toplu taşımada telefonunda izlediği her şeyi fütursuzca ortama salıvermek.. ‘Benim izlediğim şeyi tüm bu insanlar dinlemek zorunda mı’ diye sormamak.
Çünkü insanlar artık, ‘Ben Varım, Gerisi Fon’ mottosuyla hareket ediyor. Bu bakış açısı tam da zorbalığın içten dışa yansıma hali. Bireyin içsel zorbalığı dışa vururken kullandığı en yaygın araçlardan biridir başkalarının varlığını tamamen yok saymak.
Bu bir tercih değil; bir görmezden gelme hali. Toplumsal empati yitimidir. Zorbalığın dışa yansıyan suretlerindendir ve kişisel narsisizmi beslerken kamusal alanın çöküşüne hizmet eder. Bugün toplumsal düzeyde yaşadığımız şey, yalnızca şiddetin, zorbalığın artışı değil; şiddetin normalleşmesi.
Hepsi aynı yapbozun parçaları.
Toplumsal empati çöktü.
Ahlaki refleks gevşedi.
Sessizlik artık huzurun değil, korkunun işareti haline geldi.
Etik Yalnızlık ve İnsan Olmaya Direniş
“Zamanın ruhu merhameti acizlik, nezaketi naiflik sayıyor.” -Tanıl Bora
Maruz kalıp içselleştirdiği zorbalığı dışa yansıtanlardan bahsettik. Bir mümkün yol daha var: Tüm baskılara, ruhsal çöküşe ve normalleşen sistemik zorbalığa rağmen insan kalmak. Ancak bu öyle pek de kolay bir iş değil. Her şeyden önce insani değerleri savunmak bile kişiyi yalnızlaştırıyor.
İnsanca yaşamanın nostaljik bir hatıra olarak anıldığı bu günlerde, insan kalmaya çalışanlar marjinalleşiyor. Sistem ve savunucuları sanki otomatik olarak insan olmak ve insan kalmak isteyenleri normalin dışına atıyor, yalnızlaştırıyor. Normal, anormalleşiyor.
Ahlak, merhamet, şefkat, sağduyu gibi insanın özüne dair kavramlar artık bu çağın diline çevrilemiyor. Gülümsemek zayıflık, yardım etmek ahmaklık, sabretmek eziklik, sistemin dayattığı trendleri takip etmemek ihtimal dışı sayılıyor.
Zaman, her gün bir şey başarmamızı; her sabah daha genç, daha verimli, daha parlak olmamızı istiyor.
Ama bu taleplerin ardında ne kalıyor?
İnsan dediğimiz o kırılgan, derin ve onarıcı varlık nereye sığınıyor?
Performans toplumu ve onun doğal sonucu olan yorgunluk toplumunun artık sürdürülemez bir hal aldığı ortada.
İnsan, binlerce yılda inşa ettiği medeniyeti bir kenara iterek, içgüdüsel bir köksüzlüğe doğru savruluyor.
Sanki hep birlikte, düşünmek yerine tetikte olmayı; duymak yerine tüketmeyi seçiyoruz.
Ve bu da bizi sahiden avcı-toplayıcı bir varlığa geri çeviriyor.
Daha çok beğeni, daha fazla görünürlük, daha hızlı içerik, daha çarpıcı bir beden…
Ama daha az insan.
Oysa dünyayı yeniden yaşanır hâle getirmek günübirlik kurnazlıklarla değil;
yeniden emek ve erdem ahlakını inşa etmekle mümkün.
Verilen şablonlara uymaya çalışmak, sabah akşam değişen trendlerin peşinde koşmak, estetik müdahalelerle tanınmaz yüzler inşa etmek —bütün bunlardan daha büyük bir şey var:
İnsanlık.
Ve bu, hatırlanmayı bekliyor.
Zorbalık çağında insan kalmayı seçmek, yalnızlaşma ve marjinalleştirilmeyi beraberinde getirir, evet. Ancak bu yalnızlık bir mağlubiyet değil, zamana bir tanıklıktır.
Sonsöz
“Beni anlamıyorlar demek değil mesele. Ben anlıyorum, ondan vazgeçemiyorum demektir.” der Camus.
Her çağın bir direnişi olur.
Bu çağın direnişi de insan kalmak olsa gerek.
İnsan, yalnızca başka birine zulmettiğinde değil, içindeki iyiliği susturduğunda da zorba olur.
Asıl mesele, o iç sesi hayatta tutabilmektir.
Görsel: PixabayCDD20
